Mizgin Ronak şiirine giriş
Söylemesi kolay. Bir anda iki dudağın ortasından belirir ve birden kaybolur. Otuz yıldır baharın kokusundan mahrum kalmak. Otuz yıl betonun ortasında, özgürlükten uzak geçti. Otuz yıldır sonbaharın rengarenk yapraklarından uzak kalmak. Otuz yıl boyunca karanlık gecenin altında üşümeden yürüdüm. Ovalardan ve vadilerden otuz yıl uzakta. Nehirler ve dereler olmadan, anne ve babadan uzakta otuz yıl. Kardeşlerle yapılan takdir edilen sohbetlerden uzak. Otuz yıldır bir ağacın gölgesinde oturmanın hasretini çekiyorum. Uçsuz bucaksız denizlere bakmadan geçen otuz yıl. Dört köşeli gökyüzünün altında otuz yıllık hayat. Otuz yıl boyunca dar bir havalandırma deliğinde sınırlı adımlarla ileri geri gitmek. Otuz yıldır sevdiklerinizden uzakta olmak, başınızı hiçbir yastığa özgürce ve tüm özgürlüğünüzle yaslayamamak.
Ronak kendi dilinde yazdı. Binlerce yıl iktidarlara direnen sözlerle dost, yoldaş oldular. Özlemlerini ve umutlarını onlarla süsledi. Seçtiği kelimeler, dayatılan yıkıma, demir kapıları mısralarıyla parçalayarak, duvarların arkasına geçerek verdiği tepkidir. Kendisine dayatılana bir tepki olarak yüksek ve acımasız duvarları, kendi tarzının tonu ve melodisiyle, tüm akışkanlığıyla bir merdivene dönüştürüyor ve sakin adımlarla oradan çıkıyor. Yazar Ronak bir satırında şöyle diyor: “Hayat özgürdür, gezer/ Dünyayı ve evrenleri gezer/ Hiçbir iz ve takip bırakmaz/ Ellerle tutulmaz/ Gözlerle hapsedilmez” [Gerok, r.68] . Otuz yıl boyunca yazılarıyla, eserleriyle her şeye, hatta belki kendisine bile direndi. Uzun zamandır Mizgin Ronak’ın eserlerini okuyorum; Satır satır anlatmaya çalışıyorum. Ve her adımda kaçınılmaz olarak baharı, akan nehirleri, vadileri, dağ zirvelerinde yaşayan hayvanları, masmavi gökyüzünün altında süzülen şahinleri ve güvercinleri hatırlatır. Şair, hayalleriyle bizi artık geriye bakmayacağımız gerçeğine davet ediyor.
Mizgin Ronak okunması ve hakkında yazılması gereken bir yazar. Çünkü bir sorun var ve bu sorun çok ciddi, ağır bir sorun. Ancak bu ağır esarete rağmen estetik bir kaygıyla bununla gurur duymuş, özgürlük ve vatan sevgisine yaslanmıştır…
Hapishane edebiyatı nedir? Buna net bir cevap bulduğumu söyleyemem. Peki hapishane edebiyatı neyden bahsediyor? Bu “hapishane edebiyatının” amacı tutukluların çaba özgürlüğüne ve yazarlarına dikkat çekmek ve farkındalık yaratmak mı? Beklenen amaç bu olsa gerek.
Dört duvar ortasında kalemleriyle sözün direnişiyle direnen içerdekilerin sesini ne kadar duyuyoruz? Doğruyu söylemek gerekirse tutukluların sesini duymuyoruz; Duyduğumuz sese tepkimiz tıpkı bir anda yüzümüze çarpıp uzaklaşan rüzgar gibi, bakın… Kürt tutsaklar 78 gündür açlık grevinde. Bunları ne sıklıkla duyuyoruz? Tutuklulara olan ilgi ve alakamız ne düzeyde? Sanki kendi omuzlarındaki yük yetmezmiş gibi, dışarıdakilerin de yükünü omuzluyorlar. Bu adil değil. Tüm kötü koşullarda ve zor zamanlarda Kürt anneleri her zaman çocuklarının yardımına koştu. Bugün özgürlük ve adil bir barış için farklı şehirlerde “adalet nöbeti” yürütüyorlar, büyük bir cesaretle gerçeğin peşinde olduklarına dair umut veriyorlar. Cezaevi literatürünün olup olmadığı başka bir yazının konusu ama benzersiz bir çabanın varlığını kim inkar edebilir ki, direniş her zaman içeriden dışarıya sızmıştır.
Şiirden bahsetmek kolay değil. Özellikle formüllerle değerlendirme ve yorumlama, okuma zevkini yok etmekte ve böyle durumlarda Dilawer Zeraq’ın da işaret ettiği ve vurguladığı “soğuma” kavramı ortaya çıkmaktadır. Bu tavır ve anlayışla değerlendirmenin şiirsel eleştiriyi eninde sonunda döngüsel bir kısırlığa sürükleyeceğinden kimsenin şüphesi olmasın. Nerede durduğumuzu gözden geçirmeden eleştirileri kısır ve acıklı bir döngüye sürükleyecek bu yaklaşım; Eğer şiirimizi kaderine terk edersek, geleceğe neler getireceğini veya götüreceğini merak edersek, buna körlük denir ve kaçınılmaz yenilgiyi yaşamaktan bizi kimse alıkoyamaz. Elimden geldiğince farklı dillerde şiirler okuyorum. Hem biçim hem de anlam olarak sürekli Kurmanci şiiriyle karşılaştırıyorum. Çağımızı, sosyal, kültürel ve dilsel bağlamlarını tartıp karşılaştırdığımızda nerede durduğumuzu, nereye baktığımızı anlama konusundaki rehberliği ve yol göstericiliği gibi şiire katkısı da tartışılmaz.
Burada Goethe’nin “Weltliteratur” kavramını hatırlatmakta fayda var. Goethe’nin hem arkadaşı hem de öğrencisi olan yazar Eckermann ile yaptığı sohbetlerde [Dünya Edebiyatı Üzerine Konuşmalar] “Dünya Edebiyatı”nı ilk kez şöyle anlatmıştır:
“Ama aslında biz Almanlar, yaşadığımız toplumda, bir olayı dar bir çerçevede değerlendirmezsek gösterişli bir gurura kapılmayacağız. Bu nedenle yabancı milletlerin ortaya koyduğu her şeyi okuyup ilham alıyorum ve herkese tavsiye ediyorum. Bu devirde milli edebiyatın hiçbir anlamı yok. Dünya edebiyatı çağına girdik. “Yabancıların edebiyatına saygı duymak onları bizimkinden daha fazla yüceltmek anlamına gelmemeli.”[1827] . Goethe, bu cümleleri yazdığı 1820’li yılların başında İtalyan [Tasso], İran [Hafız-î Şirazî], İspanyol şiiri ve İngiliz romanına [Samuel Rîchardson] ilgi duyuyordu. Hafız-ı Şirazi’nin etkisiyle Doğu-Batı Divanı’nı yayımladı. Goethe, yabancı yazarların artık farklı kültürlerden ve farklı dönemlerde birbirlerinden etkilendiklerini ve aralarında bir alışveriş olduğunu biliyordu. Bunu tüm gücüyle hissetti. Bugün okuduğumuz Kurmanci Şiiri ile diğer milletlerin edebiyatları arasındaki ilişkiye baktığımızda aralarında güçlü bir ilişkinin olmadığını görüyoruz. Ya onu zirveye çıkaracağız ya da yıkacağız. Bu şekilde dünya edebiyatına olan ilgimizi ve ona karşı tavrımızı nereye koyuyoruz? Bu bakış açısının değiştiğini, dünya edebiyatını yakından takip ederek kendi kökleri üzerinde inşa etmeye başladığını 2000’li yıllardan sonra yazılan eserlerden anlıyoruz ve bunun hala devam etmesi umut vericidir.
Bir insan şairi kendi şiirlerinden ne kadar çıkarabilir veya kendi şiirlerinden ne kadar çıkarabilir? Birkaç gün önce bir okuyucumdan bir e-posta aldım. E-postada birkaç örtülü soru soruldu. Şairi şiirlerinden farklı bir biçimde okuyup analiz etmek mümkün müdür? Şair, kendi şiirlerinden ne kadar kendini koruyabildi ve kendi duygu ve düşünceleri yazdığı eserlere ne kadar sirayet etti? E-postanın sahibi de kendi cevabını yazdı ve şunları söyledi: Eser ile eserin sahibini tamamen ayıramazsınız. Evet okuyucunun soruları ve yanıtları benim için de bir yere kadar geçerli ve olumluydu. Bu e-postanın ardından akıllarda bazı sorular oluştu. Kitaplardan isimleri çıkarıp eserleri isimsiz okuyalım. O zaman okumanın sonuçları ne olacak? Sanki eserin sahibi hakkında hiçbir bilgimiz yokmuş gibi, geride bıraktığı hayata dair hiçbir bilgimiz olmasaydı nasıl bir yaklaşım ve tavır takınırdık? Eserin yazarı ve biyografisi aslında bize eserleri hakkında çeşitli veriler verip bir yol çizerek başlangıçta az çok belli bir fikrin oluşmasına neden olur.
Mizgin Ronak’ın şiirine odaklandığımda yukarıdaki sorular mutlaka aklımda yer ediyor. Okumaya nereden başlamalı ve esere hangi perspektiften yaklaşmalı? Hiç şüphe yok ki Ronak’ın şiirlerini okumak, baskıcı iktidar ve rejimlerin sembolü olan dört duvardan uzaklaşamayacak bir okuma ve değerlendirme olacaktır. Yazarın gerçekliği ve okuyucularına bıraktığı eserler yaşanmamış bir hayatın izleri olarak görülmektedir. Birçok kez hayata karşı tarafsız kalmasına rağmen duygusal/insani şikâyetlerinden vazgeçmedi. Bu haklı şikayetler hayatın özü haline geldi. Bu şaire parlak bir motivasyon verir. Bu nedenle bu güçlü motivasyonu çoğunlukla “bahar” imgesiyle okuyoruz.
Hedefimize iki sonuçla varıyoruz. –Aslında bir sonucu diğerinden çıkarıyoruz.- Birincisi, yazarın gerçekliği, yani otuz yıllık hapis hayatı. Diğeri ise uzun bir zaman diliminde meydana gelen olayların şiire ya da sayfalara aktarılmasıdır. Hayat aslında çaba ve dirençten ibaret değil mi? Ancak çabanın dışında fedakarlık yapan, ne istediğini bilen bir bilinçle zulme karşı sürekli kılıcını sallayan canlar da vardır. Birisi bir başkasına “Biz bu günlere bu kadar rahat gelmedik” dedi. Apê Musa’nın verdiği cevabı hatırlayalım: Bu ağır ve şiddetli sıkıntıyı bu noktaya getirene kadar gece gündüz çalıştık. Ülkenin soruna karşı verdiği mücadelenin yükünü kuşaktan kuşağa bugüne kadar taşıyan askerlerin tarihte kuşkusuz özel bir yeri vardır ve olacaktır. Bunlar anlatılıp yazılacak; devrimcileriyle, yazar ve şairleriyle, araştırmacılarıyla, dilbilimcileriyle, gazetecileriyle, çevirmenleriyle, yönetmenleriyle, yayınevleriyle, şarkıcılarıyla, önderleriyle, siyasetçileriyle… Sorumluluk alan tüm emekçileriyle; Kendi dillerinde, yaratıcı bir zihinle yeniden tarih yazıyorlar. Kim bilir belki de Celadet Bedirxan’ın “Hançer”i her defasında farklı şekillerde karşımıza çıkar karşımıza.
Edebiyat için “Basılı dergilerde yoksan yoksundur” dediler. Bugün sosyal medyada değilseniz mahrumsunuz deniliyor. Önümüze geleni mi görüyoruz yoksa görmek istediğimizi mi görüyoruz? Dijital dünyanın bize kurduğu tuzağa istemeden düşmüş olabilir miyiz? Bu tuzağın akıntıya kapılması için belki de yüzümüzü daha çok kendimize çevirmeliyiz. Pek çok şair ve yazar, dört duvarın ortasında sınırlı kaynaklarla, hatta baskı ve engellere rağmen metinleriyle yola çıkıyor. Fiziksel olarak kuşatılmış olsalar da şiirleriyle, cümleleriyle, mısralarıyla kısa süreliğine de olsa kanatlanırlar ve göklerdeki uçuşlarının adına umut denir.
Bir şairin hapishanede oturuşu, ayağa kalkması bile baştan sona şiir değil mi? Sözlere ve kendine olan inancından başka nesi var? Yüksek beton duvarların ortasında, demir kapıların arkasında, dar ve uzun koridorlarda, havasız koğuşlarda, birkaç basamakla biten beton bahçelerde başka neleri var? Çok şeyleri var aslında, direnmek ve direnmek için dışarıda yankılanacak sesler umut yaratacak, emeği derinleştirecek, dayanışmayı güçlendirecek, sevgiyi artıracak, özgürlüğe olan inanç onu çevreleyen çelik bir iradeye yol açacak…
Octavio Paz’ın The Post adlı şiirinden iki satır okuyalım:
“Dört duvar arasına kilitlendim (…) yanıtsız mesajlar yazıyordum”. Yıllarca cezaevlerinde karşılıksız mesajlar yazıldı. Mahkumlar fiziksel durumlarından çok zihinsel incelemeye direnirler.
Günümüz perspektifinden baktığımızda şiirler pek heyecan verici bir tablo gibi görünmüyor. Şiirin her dilde büyüdüğünü ve yeni çatlaklar aradığını anlıyoruz. Belki her devirde böyleydi ama acılar bu kadar şiddetli değildi. Okumak yenilgiye karşı bir ilaçtır ve şiirsel faydadır. Hem dilin canlılığı hem de şiirin piyasada tutunabilmesi için kendine yer edinmesi amacıyla yapılan değişiklik, toplumun ilgisiyle ve olumlu bir ivmeyle ön plana çıkacaktır. Ama düne göre daha yetkiniz ve düne göre daha güçlü bir ilerleme kaydediyoruz. Fırat Cewheri bundan 28 yıl önce Nûdem Dergisi’nde şöyle yazmıştı: “En az yirmi yıldır Kürt devrimcilerinden ve yurtseverlerinden Kürt dili sorununu duyuyorum. Her ikisi de Kürt dilinin zorluğundan ve Kürt okuyucu ve yazarlarının azlığından şikayetçi. “Kürdistan için savaşıyorlar, Kürt dili ve edebiyatı üzerindeki baskı ve kısıtlamaların kaldırılması için direniyorlar, tutuklanıyorlar, benzeri görülmemiş işkencelere maruz kalıyorlar, yıllardır hapishanelerdeler ama kendileri pek bir şey koymuyorlar” Dillerini ihya etmeye, kültürlerini tanımaya, dillerini ve edebiyatlarını ölümden kurtarmak için çaba sarf ediyoruz.”[1] . Ceweri yazısına şöyle devam etti: “Kürtçe yayınevlerimizin tamamının dili Türkçedir. Kürtçe yayınevlerinin kültür ve edebiyat sayfalarında Kürtçe yazılmış eserlerin tanıtımı yerine keskin-keskin eserlerin tanıtımıyla sık sık karşılaşmaktayız. Kemalist dilli yazarların veya Kürt gerçekliğinden ve sorunundan uzak yazar ve eserlerin tanıtılması.” Karşılaşıyoruz. İnsanlar Kürt yayıncılardan şikayetçi olduklarında “Yayınlarınızı neden Kürtçe yayınlamıyorsunuz?” diyorlar. Bu söylendiğinde verilen cevap ve gösterilen ilişki herkesin Kürtçe okumadığıdır. Düne göre daha iyiyiz, daha güçlüyüz dememizin sebebi yazdıklarımdı. Ne kitaplar ne de bugünkü kadar geniş bir okuyucu kitlesi vardı. Makale devam edecek.
Kaynak:
[1]Nûdem/F.Cewherî/Giringiya Ziman Kurdî/Hêjmar-18, Havîn-1996// https://bnk.institutkurde.org/images/pdf/7FUHM8VWZS.pdf